29 Haz 2013

1. Türkiye Ahlak Şurası (Nurettin Topçu’nun doğumunun 100. Yıl anısına)


Son anda karar vermek böyle bişey sanırım. Gece ona doğru Sincan Tren Garına gidip İstanbul için 12’ye bilet aldım. Rahatsız bir koltuk. Fazla yaslanmaya müsait değil, “Nurettin Topçu’nun Ahlak Felsefesi” kitabının giriş kısmını ancak okuyabildim. Bir sağa bir sola kıvrıla büzüşe Eskişehir’e ulaştık. Karşıma bir yolcu geldi. Daracık karşılıklı koltukta daha da büzüşerek devam ettik Haydarpaşa’ya. Yarı uyur yarı uyanık gidiyorum. Rötar bir saatten fazla.
Nihayet vasıl olduk, ocağın 16’sında rüzgarlı ve soğuk sayılabilecek bir sabah İstanbul’a. Kızlarağası medresesinde 12:30 da 1. Türkiye Ahlak Şurası (Nurettin Topçu’nun doğumunun 100. Yıl anısına) başlayacak. Öncesinde açılış ve kokteyl İSO’da. Karaköyde vapurdan inip köprüye çıkıyorum. Her daim oltacılarla dolu. Sanki onlar olmasa mahzun kalacak. Çoğu yıllardır burada yaşıyormuşcasına yerini benimsemiş. Aralarda bir iki acemi seçiliyor hemen. Keyifler iyi. Tenekelerde közler üfleniyor. Ara ara oltalar kontrol ediliyor. İç içe girmişler lakin her biri kendi dünyalarında yaşıyor.
Planım, sanayi odasının konferans salonunun yerini bilmediğim için öğlene kadar Gülhanedeki gezemediğim müzeleri dolaşmak. Ardından Yazarlar Birliğine (Kızlarağası Medresesi) sığınmak.
Balıkçıların aralarından dalgın ve soğuğun etkisiyle omuzlarımın içine şökmüş vaziyette Eminönüne ulaşmak üzere iken sarı binanın tepesinde İSO tabelasını gördüm. İçinden “hadi hayırlısı, aramayı bile düşünmediğim yer burası olmasın” dedim. Kısmet işte, burasıymış. B kapısından girip son kata çıktım. İSO’nun harika salonu boş sayılabilecek durumda. Oysa açılış saati gelmişti. Tebliğlerde de belirtildiği gibi Topçu’nun ruhuna yaraşır bir sadelik. Açık büfe kahvaltı iyi geldi doğrusu. Yoksa alelacele bir simitle geçiştirecektim kahvaltıyı. Hoş yaptığımızda yok ta, yoldan gelince belki bir çorba içerdim.
Açılış TYB ve İSO yetkililerince usulüne uygun yapıldı. Şatafattan uzak, sade ve nezih.
Akşama kalacak yer bulamadığımdan muhtemelen gece dönmem gerekecek. Ya nasip…

Notlar:
Mehmet Doğan’dan;
- 1909-1975 (N.Topçu)
- Gösterişsiz, numayişsiz yaşamak.
- Yurtdışında doktora (İlk Felsefe Doktorası) yapmasına karşın üniversite dışında bırakıldı.
- 30 yaşında “HAREKET” dergisini çıkartmaya başladı.
- Aradıklarımızı kendimizde bulalım.
- “İsyan Ahlakı” kavramının mucidi.
- Menfaat aşklarımızın katilidir.
- Kelime oyunu: ahlak-etik
- Kanun emrettiği için mi adil oluruz?
- Ahlak eninde sonunda “dine” dayanır.
- Ahlakın öğrenilmesi “TERBİYE” dir. Eğitim?
- Hak her şeyin üstündedir.
- Alevilerle ilgili sorunu Sünniler sahiplenmeliydi,
- Örtü sorununu örtülü olmayanlar sahiplenmeliydi. Vs.
- Müsbet ilimler tapınılacak hale getirildi.
- Okulda fizikten ahlaka çıkabilmeliyiz.
- İnsan ilişkileri sırf kanunlarla düzenlenebilir mi?
- Devlet Etik Kurulları oluşturuyor ama ahlak kurul dışıdır.
- Basın yayın gayri ahlakiliği yaşanabilir olarak gösteriyor.
- Ahlaki olmak marjinal kalıyor.
- Şahsi ikbal her şeyin üstünde gösteriliyor, telkin ediliyor.
- Bedenimizi geliştiriyoruz, ya ruhumuzu?
- Zihnimizin gıdası sadece bilgi ve başarmak mıdır?
-
Devam edecek...

19 Haz 2012

DAVETİYE: “ÜÇ GÜNLÜKTÜR”

Davet. Aylardan bir ay olan ancak diğerlerinin derin bir özlem ve gıptayla baktığı bu arındırılmış ve ziynetlenmiş özel zaman dilimi… Dil damağa nasıl yapışır, kan nasıl çekilir damardan, nasıl yarılır aylarca damlaya hasret kalan toprak, sarsıla sarsıla nasıl titrer dağda bir çoban. Yâri aniden karşısına çıkıveren Mecnun’un nasıl dolanır eli ayağına ve boşanır boşanırda bitmez tükenmez ter içinde ana rahminde yüzen cenin gibi mahzun, kekeme ve acz içinde…
Bu daveti bi hakkın nasıl yazacaksın ey kalem! Yazarken mürekkebin kurumazsa sen bu kurumla başkaca ne yazabilirsin ki? Ya eğri büğrü yazarsan, ya eksik fazla olursa. Bu ne cüret bu ne pervasızlık! Ey kâğıt, üzerine nakşedilen kıvrımları bilipte tutuşmadıysan hala, yazık sana bil ki o “Mim” in gölgesi düşseydi bir demire eriyip “dal” olmuştu çoktan.
Davet. Nasıl telaffuz edilebilir ki, “ben davet edildim” diye. Sevinçle mi, coşkuyla mı, yıllarca serseri avare işsiz güçsüz dolanıpta işe alındığını haber alan orta yaşına gelmiş tükenmek üzere olan adamın haykırışı mı? “O davet edilen benim” elbisesi giyilerek mi yoksa! Daha bu aşamada bile alabora olacağımız muhakkak, ya sonrası… Sonrasını nasıl kotaracağız.
Hadi bir çırpıda söyleyiverelim, aldığınız bu özel davet Asr-ı Saadetten.
Evet. Ne düşünüyorsunuz? Bir ya da birkaç günlüğüne davet alsanız ramazan ayında. Çağrılsanız huzur’a. Hatta kadir gecesinden bayrama uzanan son dilimde.
Yıllar önce bir yazı okunurdu radyolarda ve ağlanıp boyunlar bükülürdü. Yazı “Bir gün Efendimiz size gelse” diye hüzünlü bir sesle başlardı. Sonrası ise pejmürdeliğimizi gizleme telaşı…
Değişen bir şey yok aslında. Davet üzerine zorunlu bir iade i ziyaret. Kim istemez ki? “istemem” diyenimiz olmaz elbette. Ya sonrası! Düşünün, Efendimiz sizi ramazanda iftara, hatta sahura davet ediyor. Aman Ya-Rabbi bu ne saadet! Bir mümin için daha ötesi olabilir mi?
Aslında yazı bitmeli burada. Devamını her birimiz farklı duygu yoğunluklarıyla ve teknikleriyle yazmalı, yaşamalı hatta yazarak eziyet etmemeli kâğıda ve kaleme.
Bir ses bekliyoruz kutlu bir ses (hala ayakta mısınız?). Efendimizle aynı odadayız (demirden mi bu kalp, çatlamadı daha!) Aişe annemiz telaşsız, Bilal’in sesi ateşe verecek birazdan Medine’yi ve sonra bütün âlemi.
Sofra. Hangimiz “sofra” der buna. Dizlerimiz üzerinde kırk büklüm yaklaştık. Bitmesin Bilal’in sesi bitmesin… Bir yudum aldı efendimiz suyundan. Hadi sende uzat elini suya, çer-çöp olup sellere kapılmadan, kaybolmadan, sürüklenmeden... Üzerinde Uhud dağı, gücün varsa kımıldat bardağı yerinden. Yüz yıl geçse yansan, yarılsan, başını arkaya eğip nasıl su içersin Huzur’da. Göz göze gelme ihtimalini kim göze alacak! Göz alsa bu kararı, göz kapaklarındaki kılcallar çatlamıştır çoktan.
Adam gerisin geri gitmişti (Adam dediysek hakikisinden. Bir sahabe.). Karnına bağladığı taşı göstererek “açım” diyebilmişti kısık ve mahcup. Bir şey demedi O. Sadece karnındaki ipi gevşetti. Düşen taşları görüp daha bir mahcup döndü gersin geri. Hepsi bu. Döndü gerisin geri ve daha bir yandı daha bir kahroldu, üzdüm diye O’nu.
Mutfaktan gelen kokular nasılda can yakıyor, ezan vaktinin yaklaştığı şu dakikalarda. Tabak, çatal, kaşık, tencere, tava bilumum mutfak eşyasının çıkardığı bu seslerin bestekârı eşinin maharetine hayret ediyor. Daha bir sevesi geliyor. Klasik müzik diyor zihninden, işte bu olsa gerek.
“Haydi, gel” diye sesleniyor eşi mutfaktan. Kanepeden doğrulup hızla daldı mutfağa. Mutfak! Kutsal bir mekâna dönüşüyor sanki bu vakitler. Küçücük radyodan telaşlı bir ezan sesi yayılıyor. Aynı telaş adamın elinde titremeyle karışık kavrıyor bardağı. Bir yudumda içmek için davranıyor. İçtikçe “çok şükür” ler ve “ohh” lar akıyor damarlarını. Bitmek üzereyken su, göz göze geliyor eşiyle. Bir şeyler var bu gün yüzünde. Farklı bir aydınlık, yoksa ona mı öyle göründü, sudandır sudan. Sonra hurmaların irilerinden başladı yine farkında olmadığı çabuklukla. Çorba, pilav, et, salata, pide vs. vs. dercesine eşine baktı, birazdan sinirleneceği belli. Masada başka bir şey yoktu. Vardı da o mu görmüyordu, açlıktan gözleri mi kararmıştı? Burnundan solumaya başlayacak, başından dumanlar çıkacak birazdan. Eşi ağlıyordu. “Ne oluyoruz” diyebildi, biraz sert biraz şaşkın.
Hıçkırıklarının arasından zar zor bir iki cümle döktü masaya;
- Bu gün sana Peygamber sofrası hazırladım.
- Nasıl, ne diyorsun sen?
- Radyoda anlattılar az önce, taş bağlarmış çoğu zaman.
Kısık bir sesle ilave etti;
- Üçünü sahura bırak.

(Dip-his: Oruçlarımızı bir şekilde tutuyoruz, yemeden içmeden. Lakin akşam ezanından sonra başlar orucun ikinci perdesi. Sahnede ayakta kalmalı, yıkılmamalı. Ve davetlere icabet etmeli, hele ki peygamber sofralarına, iftar ve sahurlarına. Huzur’da kim diyebilir; “ben doymadım henüz”)
Ferruh Sezai

2 Şub 2011

Edebiyat Ortamı

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=2242