Davet. Aylardan bir ay olan ancak diğerlerinin derin bir özlem ve gıptayla baktığı bu arındırılmış ve ziynetlenmiş özel zaman dilimi… Dil damağa nasıl yapışır, kan nasıl çekilir damardan, nasıl yarılır aylarca damlaya hasret kalan toprak, sarsıla sarsıla nasıl titrer dağda bir çoban. Yâri aniden karşısına çıkıveren Mecnun’un nasıl dolanır eli ayağına ve boşanır boşanırda bitmez tükenmez ter içinde ana rahminde yüzen cenin gibi mahzun, kekeme ve acz içinde…
Bu daveti bi hakkın nasıl yazacaksın ey kalem! Yazarken mürekkebin kurumazsa sen bu kurumla başkaca ne yazabilirsin ki? Ya eğri büğrü yazarsan, ya eksik fazla olursa. Bu ne cüret bu ne pervasızlık! Ey kâğıt, üzerine nakşedilen kıvrımları bilipte tutuşmadıysan hala, yazık sana bil ki o “Mim” in gölgesi düşseydi bir demire eriyip “dal” olmuştu çoktan.
Davet. Nasıl telaffuz edilebilir ki, “ben davet edildim” diye. Sevinçle mi, coşkuyla mı, yıllarca serseri avare işsiz güçsüz dolanıpta işe alındığını haber alan orta yaşına gelmiş tükenmek üzere olan adamın haykırışı mı? “O davet edilen benim” elbisesi giyilerek mi yoksa! Daha bu aşamada bile alabora olacağımız muhakkak, ya sonrası… Sonrasını nasıl kotaracağız.
Hadi bir çırpıda söyleyiverelim, aldığınız bu özel davet Asr-ı Saadetten.
Evet. Ne düşünüyorsunuz? Bir ya da birkaç günlüğüne davet alsanız ramazan ayında. Çağrılsanız huzur’a. Hatta kadir gecesinden bayrama uzanan son dilimde.
Yıllar önce bir yazı okunurdu radyolarda ve ağlanıp boyunlar bükülürdü. Yazı “Bir gün Efendimiz size gelse” diye hüzünlü bir sesle başlardı. Sonrası ise pejmürdeliğimizi gizleme telaşı…
Değişen bir şey yok aslında. Davet üzerine zorunlu bir iade i ziyaret. Kim istemez ki? “istemem” diyenimiz olmaz elbette. Ya sonrası! Düşünün, Efendimiz sizi ramazanda iftara, hatta sahura davet ediyor. Aman Ya-Rabbi bu ne saadet! Bir mümin için daha ötesi olabilir mi?
Aslında yazı bitmeli burada. Devamını her birimiz farklı duygu yoğunluklarıyla ve teknikleriyle yazmalı, yaşamalı hatta yazarak eziyet etmemeli kâğıda ve kaleme.
Bir ses bekliyoruz kutlu bir ses (hala ayakta mısınız?). Efendimizle aynı odadayız (demirden mi bu kalp, çatlamadı daha!) Aişe annemiz telaşsız, Bilal’in sesi ateşe verecek birazdan Medine’yi ve sonra bütün âlemi.
Sofra. Hangimiz “sofra” der buna. Dizlerimiz üzerinde kırk büklüm yaklaştık. Bitmesin Bilal’in sesi bitmesin… Bir yudum aldı efendimiz suyundan. Hadi sende uzat elini suya, çer-çöp olup sellere kapılmadan, kaybolmadan, sürüklenmeden... Üzerinde Uhud dağı, gücün varsa kımıldat bardağı yerinden. Yüz yıl geçse yansan, yarılsan, başını arkaya eğip nasıl su içersin Huzur’da. Göz göze gelme ihtimalini kim göze alacak! Göz alsa bu kararı, göz kapaklarındaki kılcallar çatlamıştır çoktan.
Adam gerisin geri gitmişti (Adam dediysek hakikisinden. Bir sahabe.). Karnına bağladığı taşı göstererek “açım” diyebilmişti kısık ve mahcup. Bir şey demedi O. Sadece karnındaki ipi gevşetti. Düşen taşları görüp daha bir mahcup döndü gersin geri. Hepsi bu. Döndü gerisin geri ve daha bir yandı daha bir kahroldu, üzdüm diye O’nu.
Mutfaktan gelen kokular nasılda can yakıyor, ezan vaktinin yaklaştığı şu dakikalarda. Tabak, çatal, kaşık, tencere, tava bilumum mutfak eşyasının çıkardığı bu seslerin bestekârı eşinin maharetine hayret ediyor. Daha bir sevesi geliyor. Klasik müzik diyor zihninden, işte bu olsa gerek.
“Haydi, gel” diye sesleniyor eşi mutfaktan. Kanepeden doğrulup hızla daldı mutfağa. Mutfak! Kutsal bir mekâna dönüşüyor sanki bu vakitler. Küçücük radyodan telaşlı bir ezan sesi yayılıyor. Aynı telaş adamın elinde titremeyle karışık kavrıyor bardağı. Bir yudumda içmek için davranıyor. İçtikçe “çok şükür” ler ve “ohh” lar akıyor damarlarını. Bitmek üzereyken su, göz göze geliyor eşiyle. Bir şeyler var bu gün yüzünde. Farklı bir aydınlık, yoksa ona mı öyle göründü, sudandır sudan. Sonra hurmaların irilerinden başladı yine farkında olmadığı çabuklukla. Çorba, pilav, et, salata, pide vs. vs. dercesine eşine baktı, birazdan sinirleneceği belli. Masada başka bir şey yoktu. Vardı da o mu görmüyordu, açlıktan gözleri mi kararmıştı? Burnundan solumaya başlayacak, başından dumanlar çıkacak birazdan. Eşi ağlıyordu. “Ne oluyoruz” diyebildi, biraz sert biraz şaşkın.
Hıçkırıklarının arasından zar zor bir iki cümle döktü masaya;
- Bu gün sana Peygamber sofrası hazırladım.
- Nasıl, ne diyorsun sen?
- Radyoda anlattılar az önce, taş bağlarmış çoğu zaman.
Kısık bir sesle ilave etti;
- Üçünü sahura bırak.
(Dip-his: Oruçlarımızı bir şekilde tutuyoruz, yemeden içmeden. Lakin akşam ezanından sonra başlar orucun ikinci perdesi. Sahnede ayakta kalmalı, yıkılmamalı. Ve davetlere icabet etmeli, hele ki peygamber sofralarına, iftar ve sahurlarına. Huzur’da kim diyebilir; “ben doymadım henüz”)
Ferruh Sezai