24 Haz 2009

MÜBAŞİR

Sahip olan bilir, kadim dostluklar hayatı yaşamaya değer kılan 3-5 temel unsurdan biridir. Özellikle çocukluk ve ilk gençlik evrelerinde paylaşılan sıkıntılar neticesinde hayatı algılama ve anlamlandırmada ki paralellik bu dostlukların sağlam temellerini atmaktadır. Hayat türlü desiselerle savursa da başka başka mekânlara ve mecbur bıraksa da giydirilmiş hayatları kuşanmaya, devam eder kadim dostluklar. İletişim kurulamasa da ömrün çoğunda.

Tarancı’nın zannı tezahürünce yolun yarısından sonra bile hayat, kaliteli dostlar bahşedebiliyor. Fırsat sunuyor. Ya da torpil geçiyor size kim bilir. Hemen hiçbir meşakkate katlanmadan “kadim dost” mertebesinde kaliteli bir arkadaş çıkartabiliyor karşınıza. Sanki yıllarca içtiğiniz su ayrı gitmemiş, ayrı zihinlerde rüyalarınızı bile bölüşerek görmüşsünüz. Velhasıl özü itibariyle kıramayacağınız kırılmayacağınız bir lütuftur size sunulan.

İnsan! Ne olmazları oldurur.

Pervasızlıklar, cüretkârlıklar hep kadim dostun hoşgörüsünün gölgesine sığınılarak ifa edilmektedir. Kadim olunsa da dostluklar zaman zaman eritilmekte ve değerinin çok altında yok pahasına elden çıkarılmaya çalışılmaktadır. Şuur kaybı birtakım içi boş kavramlarla örülmekte, elden kayıp gitmekte olanın bir başka maddi-manevi meta ile takasının mümkün olmadığının farkına varılamamaktadır.

Acı bir fren sesi aklımızı başımızdan almaya yetiyor. Kolonyalar sürünüp soğuk sular içip geliyoruz bir müddet sonra kendimize. Kadim dostlar kırılmazmış gerçekte. Ancak acıların en kavurucu olanını da gene onlar içirir insana. Susmaları, azapların en çekilmezi olur. İşte o an kamyonun freninin patlamış olduğunu anlarsınız. Dağılırsınız. Vicdansız mübaşir rolüyle kendinizi günde 40 kez duruşma salonuna sürükler, her defasında “sana müstahak” diye 40 kez kırarsınız kalemi. Ruhunuz ferahlamaz. Yetmez. Geceleri gözlerinize kezzap dökersiniz, olmayan sabaha veyl eder, inlersiniz. Kanınız bozkıra düşen damlalar gibi emilir damarlardan. Yüzünüzdeki suratsızlık, aynalardan tiksindirir sizi. Başınızı koyacak yer ruhunuzu dinlendirecek bir nota bulamazsınız. Yoktur çünkü. Olmadığını bile bile savrulur durursunuz. Yemenin içmenin eziyetini anca anlarsınız.

Binlerce kez nadim olmanıza karşın, anlatamamak, konuşamamak, paylaşamamak çeker sizi gayyaların genzine doğru. Tutunamayacağınızı düşünmek daha da bitkin kılar bedeninizi. Yazık! Ya kadim dostun hayal kırıklıkları? Aman Ya-Rabbi! Çatlatır mermeri. O bir kez “yanılmışım” derse eğer, nasıl gözün değer bir insana. Başın nasıl kalkar yerden. Nasıl aynı yoldan yürüyebilirsin. Aynı şehirde yaşanır mı? Nasıl, nasıl nefes almaktan imtina etmezsin. Hangi yüzle ölmeye cüret edebilirsin. Sus. Sus bakalım. Mübaşir az bile demiş, müstahak sana.

Yaradan, ruhundan üflemiş eşref-i mahlûk’a. (Bana da üflemiş midir?) Üstat Necip Fazıl, ruhunun darallığını yine O’ndan ümitle “Gökten bir el yaşlı gözleri siler” diyerek genişletmeye çalışmış. Nedamet buhranında yuvarlanmaya devam ederken kör kuyulara, kadim dost gösterip erdemini; “ver elini ver kahrolmayasıca” der mi?

Can kolay çıkmıyor.

23 Haz 2009

Desen

Kırk beden, midi
Halı üstünde cinayet deseni
Pörsümüş çiçek yapraklarına bandırılmış
Dudaklara dadanan pastel gülücükler
Halı üstünde desenler kırk beden
Ahtapotun kırılan kolları
Desen içinde, desen…

Desen ki, dışındayım ben bu cenderenin
Sarkıtılmış lahitler gibi krallar vadisine
Gün gelir ilmek verir halıdan bir desen
Çözülür ölümün rengi tahta kalemlerle.

18 Haz 2009

Endemi

Bugün mermer gibi ağırdın,
Üstünde yeniçeri kostümü.
Uçuruyor tahtadaki çocuk mavi kuğuyu,
Bugün, harman yeri gibiydi bakışların…

Bilsem ki ah… gönlümün dizgini b-endemi
Dünde kaldım, Ortaçağ Avrupa’sında
Bak bana gözlerim, çiçekli miyim?
Asya steplerinden indim denize,
Elimde tırpan, döndüm Böcklin’in tuvaline.

Çatı katındaydık, denizin gülüşünü seyr için
Duran zaman, kapanan kepenklerle aralandı
Kasap hassasiyeti ve cüretiyle bedenler
Sıyırıyor pasını soğuk demirlerin.

Öksürük tutuyor sonra, adı söylenmeyen illetin
Histerik gülüşü saplanıyor hançereme,
Ey dese dilim, vah kanıyor dudağımda
Şurup ne? Merhem ne? Gülmesin kâfi,
Ruhumun yangın merdiveni; Hüv’el bâki

Gülbank aşıralım surlardan,
Aşk ile diyelim, Hu…

Metalik gri

Metal ağırlıklara dair
Feshedildi tüm akitler,
Bir buket deve dikeniyle
Global ağlara takılı parmak uçlarım.
Çocukluğum şaşkın karşı kaldırımda
Elinde pembe pamuk şekeri,
Çağırsam yarıp gelemez çağları
Dursa desem yerli yerinde
Bilirim, alırlar şekerini…

Metal ağrılara dair,
Not düşüldü kâğıttan tuğlalara
Urgana nazire transparan bir şal
Cenaze mi umarsız oryantal notalara
Sahil tenakuz doğurur boylu boyunca
Ayın koynunda medd, sur dibinde cezir.

Mavi demeyeceğim

Deniz şimdi İstanbul’dadır,
İstanbul farkında mıdır?
Hep deniz tutacak değil ya adamı
Deniz kıvranırken dalgakıran sancılarla
Yedi tepesiyle İstanbul, tutmuştur denizi

Gece, tüketmeli bu yolu
Taşlar arasından sızan gençlik hayalleri
Yürüdükçe dirilen ölüm uykuları
ve değişmeyen tren sesleri,
Sincan İstasyonundan Haydarpaşa'ya.

Şafakta martı çığlıklarından almalı
Denizin biriktirdiği sanrıları.
Koltuk daracık, yol uzun bedenim ney
Kulağımda ney sesi dokuz boğum.

Tek dal mor bi çiçek, adını bilmiyorum
Anadolu kavağı, Caferbaba sokağında
Yeşil çitten uzatmış başını, şiirli vapura
Deniz diyorum adına, yeşil bakışlı deniz
Ürkerek bakıp geçeceğim, bırakma diyor...

Köpekler gölgeleniyor kulübelerde
Kime, neden telefon edesin ki
Nasılsa cennete benzeteceksin hep
Elinde adını bilmediğin mor bi çiçek
Ufacık bir sokak, ya gören olursa...