30 Tem 2009

Burda ölüler yaşıyo, yaşıyo...

Dört arkadaş (işsiz güçsüz) temmuzun sıcağında "hadi gidelim" ile başlayan, bir kısa yolculuk planladık. Dahası plan varmış onu hayata geçirdik. İlk durak Nasrettin Hoca türbesi yani Akşehir. Mezarlıktaki huzur hiçbir şehrin hiçbir yerinde olacak cinsten değil. Sanırım İskender Hoca fısıldıyor "insanın burda ölesi geliyor". Mezarlık ama ağaçlar ,çiçekler, kuş sesleri ve eski mezar taşlarının mistik tılsımı ve tabi merkezde Hoca Nasrettin'in o ibretlik kabri. Valla yatası geliyor insanın burda. Ha birde Fani Bey güzel bi söz söylemişti sanırım o da alıntıydı. Böyle güzel kabristanları kastederek: "valla burda ölüler yaşıyı, yaşıyo..." demişti. İşte bu durumu özetleyen en güzel ifade olmuştu. Ardından Hıdırlık tepeye çıkıp peynir-karpuz merkezli bir atıştırma yaptık yola koyulmadan önce. Malum yol uzun...
Yalvaç...
Anadolu gerçekten gezilmeye değer. Her şeyiyle. Kuru toprağıyla bile bizim... Yalvaç'ta İskender Hocanın bir arkadaşına misafir oluyoruz. Önce Yalvaç merkezdeyiz, yani meşhur ÇINARALTI'ndayız. 800 yaşlarında olduğu söyleniyor. Etrafı tamamen çayhanelerle çevrili, serin sohbet muhabbet mekânı. Tüm ilçe burada sanki. Serinlik çok derinden geliyor burada, taa Selçuklulardan. İnsanın kalkası gelmiyor velhasıl. Meyve bahçesini geziyoruz. Elma, armut, vişne, kiraz yetiştiriyor. Evine konuk oluyoruz, köy evine. Rahmetli Kadir dedem geliyor aklıma, mahzunlaşıyorum, özlüyorum. Önce şeftali ikram ediyor (nektarın yâda) sohbet dallanıyor. Öğretmenlik okuyup henüz atanamamış oğluyla eğitim politikaları üzerine sündürüyoruz. İyi acıkmışız. Sağ olsunlar yola çıkmadan yemeklerinden epey depoluyoruz midelerimize. Fotoğraf çekip cumbalı ve asmalı evlerinin önünden (eşek arabası da var) düşüyoruz tekrar yola...
Gece oluyor. Fani Bey'in arkadaşına konuk olacağız Eğirdir'de. Gölün kenarından ilerliyoruz ancak gece olması manzaranın tadını çıkarmamıza engel. Ya da böyleside güzel, biliyorsun ki sağ tarafın uçurum ve orası göl. Değişik bir duygu. Eğirdir'i turluyoruz. Göle uzanan kolunda (eskiden adalar imiş) yürüyüş yapıyoruz, mevsimin yaz olduğunu unutarak, üşüyoruz. Kiliseli adanın çay bahçelerinin birinde (çoğunun adı çay bahçesi, işlevi!) çay yudumluyoruz büyük bardaklarla. Kulağımızda dalga sesi. Adalardan Eğirdir'e eskiden yüzerek gelenler olurmuş. Haliyle üzerlerinde sadece şortları (don mu demeliydim). Bu halleriyle çarşı pazar gezerlermiş. Bu yüzden oradan gelenlere "donsuzlar" derlermiş. Ama artık adalar arası doldurulmuş ve birleşmiş ana karaya. Yatmak için boş bir öğrenci evi ayarlamış arkadaşlar. Sabah kahvaltıyı çarşıda çorbacıda yapıyoruz. Ardından şehri gündüz gözüyle turluyoruz. Gece şehrin yaslandığı dağın üzerinde gözüken şeylerin bulut olduğunu düşünmüştük, belli belirsiz. Dağ olamayacak kadar dik ve yüksek olduğunu düşünmüştük, ancak sabah gördük ki bulut değil yüksekçe dağ silsilesiymiş. Nefis görüntü tabiki, gölle birleşmesi bir başka güzel. Kale yıkıntılarına çıkıyoruz ve bu gün ilçenin pazarı. Kaleden tüm Eğirdir’i ve civarını seyrediyoruz doya doya. Ardından merkezde olan Hızır Bey camisini ve bir zamanlar Dündar Bey Taş Medrese'si olan BAZAAR'ını geziyoruz. Cami gerçek bir sükunet ve huzur iklimi. Minare, cami ile medresenin ortasında altında kapı. İlginç bir mimari. Cami direkleri ahşap, gereksiz süslemeler yok. Güneş tavanın dikdörtgen yükseltisinin aralarından yağıyor içeriye ve Fani Bey'in omzunu nur'landırıyor, hilesiz...
Yoculuk sürüyor... Isparta'ya ulaşıyoruz. İskender Hocanın başka bir arkadaşıyla valiliğin önündeki serin havuzlu parkta çay ve kahvelerimizi içip çıkıyoruz şehrin güzelliğini yukardan görmek için dağlara. Isparta ayaklarımızın altında ve gerçekten çok güzel. Şehrin şirin müzesini de gezip ağzımızda güllü lokumlar tekrar yollanıyoruz. Yolumuz Ağlasun'a geliyor. Eğirdir de bir arkadaşın mutlaka uğrayın dediği SAGALASSOS'a çıkıyoruz döne döne tepeleri. Nerdeyse zirvedeyiz. Dağın ardı biliyoruz ki Isparta. Bu yamacı ise Antalya'ya dönmüş yüzünü. Burada antik bir şehir kurulmuş vaktinde. Eksiksiz, kusursuz. Çeşmesi bile hala akıyor ilginç... kuraklıktan terk edildiği yazıyor kaynaklarda. Şehir dağın yamacında saklı bir kent ve tek kelimeyle muhteşem. Her şey düşünülmüş ve hiçbir şey lanetlayın yapılmamış belli. Tiyatrosu, tapınağı, çeşmesi vs. vs. saymakla bitmez. Dünyanın en büyük antik şehri olduğu iddia ediliyormuş ve kazı çalışmaları bittiğinde İzmir Efes'in pabucunun dama atılacağı iddia ediliyor. Ne diyelim olur mu olur, çünkü ağzınızın açık kalmaması mümkün değil. Daha şimdiden çıkan eserler Burdur müzesini tıka basa doldurmuş ve çoğu depolarda istiflenmiş. Kazı devam ediyor gerisini siz düşünün. Epey şaşkın ve hayretler içinde turluyoruz kazı alanını ve iniyoruz Ağlasun'a. İhtiyaçlarımızı giderip, yiyip için devam diyoruz yola...
Gece çökmek üzere yollara ben yaslanmışım Mustafa'nın dizine yarı uyanık akıyoruz Antalya'ya. Epey dolanarak ta olsa ortak dostumuz İbrahim'e ulaşıyoruz. Sıcak, çok sıcak. Hoş geldiniz diyor işte ter ter... Sağ olsun yolda gelirken rica etmemize karşın ayarlamış bir otel. Sohbet muhabbet yemek derken ağırlaşan vücutlarımızı seriyoruz yatağa. Sabah kahvaltıya kalmadan istikamet Alanya diyoruz ki hava kararmadan planda olan 2-3 yeri gezip dalalım denize. Neyse yol üzerinde uygun bir plajda kucaklaşıyoruz dalgalarla. Çorba içiyoruz yol üzerinde. Ve Alaiye (Alanya) kalesi. Şehir manzarası doyumsuz. Bol bol temiz havasıyla beraber çekiyoruz resmini gözlerimizle dijital oyuncaklarımızla şehri, denizi... Dim mağarasında serinlemeden olmaz diyordu İbrahim, öyle yaptık bizde. Yolu bilmediğimizden cuma'yı da seferiliğe sevkettik. Dönüş yolunda yol kenarlarındaki çocuklardan bol bol incir ve dut'landık. Manavgat şelalesi temaşa eyleyip, Aspendos müzakerelerini yürüttük müze görevlisi kral vekillerimizle. Vakit hızla akıyor ve PERGE'nin sadece içinden turlayabiliyoruz. İçeri buyur edilmiyoruz, başka zamana bırakılarak. O kadar çok yer var ki yetişmemiz kısa günde imkânsız. Görülmesi gereken yerlerin bir çoğunu görmezlikten geliyoruz mecburen. Anladık ki bu bölge bir iki günde bitecek gibi değil. Zaman daraldı gene. İstikamet Fani Bey'in ahbabı ve İskender Bey'inde dostu Abdullah Bey'in memleketi Elmalı-Seki. Gece ulaşıyoruz. Ben gene uyuklama vaziyetlerindeyim. Abdullah Bey çok candan karşılıyor. Babası Mustafa Amca emekli bir öğretmen ve Parkinson hastası. Konuşma güçlüğü çekiyor. Bir kâğıda hoş geldiniz içerikli candan duygularını yazıp tutuşturuyor oğluna. Yazıyı Abdullah Hoca akşam okumayı unutmuş, biz yatmadan evvel hatırlayıp okuyor. Gözlerimiz doluyor. Sohbet muhabbet... yol haddinden fazla sarsıyor ve acıktırıyor insanı. Sağ olsunlar güzel bir sofra kuruyorlar sebze-meyve bahçelerinin ortasındaki 3 katlı evin son katındaki geniş balkona. Yumuluyoruz desek abartı olmaz işte. Gezi istikamet programı İskender Hoca'nın çocuğu rahatsızlandığından daraltılıyor mecburen, tadı damağımızda kalarak. Abdullah Bey Seki yaylalarından birine götürüyor kahvaltıdan sonra. Buz gibi sularından içip keyifli sohbetler ediyoruz. Fani Bey ve İskender Hoca anılarını tazeliyorlar. Mustafa ile Ben yol boyundaki didişmemize ara sıra gaz verip sürdürüyoruz. Sık sık Üstad'ı (Hüseyin Kartal) katıyoruz sohbete, daha doğrusu hep içinde. İskender Hoca'nın yeni arkadaşı olacak malum, tayini A.Andiçen İÖO'na çıktığından. Seki'de buzlu şerbet içip kavunlu özel dondurmalarından tadıyoruz. Abdullah Beyden Allah razı olsun, gönül insanı işte... Vedalaşıp ana istikamet Ankara da olsa yol üzerinde uğranacak iki yer daha var.
Çavdır'da Ünal Hoca'nın abisine selam verip SALDA gölünün serinliğini hayal ediyoruz yol boyunca. Göl ilginç. Dalgalı ince siyah kumlarım üzerine beyaz kumlar kaplamış. Bulanık gözüküyor sahil. Epey sığ alanlar var yüzmeye müsait. Uzunca bir yürüyüş yapıp sahilden pek kullanılmadığı belli olan otelin kumsalına ulaşıyoruz. Ilık ve soğuk su katmanlar dalga galga sarıyor bedenlerimizi. Güzel bir deneyim oldu gölde yüzmek. Yirmi-otuz metre kadar açılabiliyorsunuz su belinize anca geliyor. Biraz ilerisi omzunuza kadar. Daha ilerisi belliki epey derin. Acıktık gene. Abdullah Bey'in annesi ve eşi sağ olsun sabah kahvaltıda sıcak sıcak börekler gözlemeler yapmıştı. Yedikçe yemiştik. İskender Hocanın evde kalan malzemelerini almak için döndüğümüzde kalan gözlemeleri koymuşlar arabaya. Valla yemeye doyamadık gene. Bir kez daha dua ettik hepsine.
Son durak Burdur. Sadece müzesine uğrayabildik. O da kapanış oldu. Sagalassos'tan çıkarılanları görme fırsatı bulduk burada. Gezimiz bu şekilde başlangıcıyla bitişi bütünleşmiş oldu.
Yol üzerinde Afyon'dan lokum, şeker alıp Sivrihisar'a ulaşıyoruz. direksiyonu Mustafa'ya devredip devriliyorum arka koltuğa....

00:30 evdeyiz, zzz...

Gezi fotoğrafları

Hiç yorum yok: