7 Kas 2009

Edebiyat Ortamı ya da Kimin İpine Sarılalım?

“Edebiyatın gücü kimseye yetmez. Ne tutacak eli vardır ne de yere getirmek istediği bir sırt. Onunla hiçbir şeyi de satın alamazsınız. Başınızı koyacağınız yumuşak bir yastık aradığınızda edebiyat aklınıza gelecek son şeylerden biridir.

Üslup gibi tıpkı. Görünmez, ele gelmez ama sınırları geçmek istediğinizde size bir kimlik belgesi görevi görebilir. Vatanınızı işaret eder. Döneceğiniz yeri hatırlatır. Yola çıkmaya karar vermişseniz tabii…”
Yukarıdaki alıntı yazı M.A (Mustafa Aydoğan) imzalı, Edebiyat Ortamı, Kasım-Aralık 2009 sayısından.

Mustafa Kutlu’nun “Huzursuz Bacak” hikâyesinde (s:109-114) kahramana bir hikâye okutturur. Hikâyede adamın biri kanepesinde oturmuş habire bir halatı (ipi) çekmektedir. Ama ipin ucu bir türlü gelmez. Çeker, çeker, çeker…. Salon, odalar, antre dolar ama ucu gelmez bir türlü. Çekmekten vazgeçerek tersini yapar, ipi peşine düşer. Sokaklar, caddeler, şehirler dağlar ovalar. İnsanlar bu garip durumu yorumlar, konuşur, konuşur. Derken tekrar kendi evine gelmiştir. İp avizeden sarkmaktadır. Şekli idam halkası gibi… Kanepeye uzanır, gözlerini halkadan ayıramaz.
Kutlu’nun hikâye kitabındaki İP hikâyesi özetle böyle. Ardından şu soruyu sorar: “Edebiyat ne işe yarar? En azından bize bir ipucu vermeli değil midir; kimin ipine sarıldığımızı hissettirmeli değil midir?”
Devamında “Atılan adımın aklen olmasa bile kalben doğru olup olmadığını kurcalıyor.” Diyor.

Edebiyat Ortamı’nın Kasım-Aralık 2009 sayısı 11. dergi. Geride, iki ayda bir çıkmış 10 sayı bırakmış. Neredeyse iki yol bitmek üzere. Kapaktaki içerik yazarlarında aşina olduğumuz imzalarda bir eksilme hissediliyor. Kapağı çevirip künyeye bakıyoruz, evet, bir şeyler olmuş. “Dergiler arasından” bile yok bu sayıda. Hüzünlenmemek mümkün mü? Derginin kurucular kadrosundan bir kopuş… Son sayının girişindeki kısa iki paragraflık yazı zaten bu olaya işaret ediyor. Lakin işaret yerine daha sarih bir şekilde bir iki cümleyle olay okuyucunun da bilgisine sunulsaydı daha şık olurdu.
Mustafa Kutlu’nun hikâyesine binaen sorduğu soru ile M.A’nın edebiyata olan tutumunda bir ayrışma seziliyor. Oysa mecralarının ortak olduğunu düşünüyoruz. M.A’nın birinci paragrafı ile ikinci paragrafı sanki birbirini tekzip etmekte. Önce edebiyatın güçsüz kuvvetsiz, değersiz (bir şey satın alamazsın) olduğu fikrini beyan ederken ikinci paragrafta edebiyat, kimlik belgesi oluyor, vatan oluyor, sıla oluyor. Son olarak bir gönderme yapılıyor “Yola çıkmaya karar vermişseniz tabii…” şeklinde.
Bir edebi ürün zihinlerde şekillenme sürecinde elbette yalnızca sahibine aittir. Ancak gün yüzüne çıkıp varlığına birileri (okuyucu) ortak olmaya başladıktan sonra artık sorumluluk alanı genişlemiş olmalıdır.

“Edebiyat Ortamı” mahreminde yaşananların ödül töreninde duvarlardan sarkıtılmış mavi beyaz bayraklarla bir ilintisi olsa gerek. Ne bileyim şeytan işte. Hassasiyetli üstatların ürünü olan bir derginin ödül töreninde bunlarda nerden peydah oldu? Deyiverdi zihinlerimiz gayriihtiyarî. Teslimiyet mi? Eh iki sene az değil. Tebrikler…

29 Eyl 2009

İlik

misket oynardık
ilik,
bizimdi sokaklar
sahipsiz arsalar bizim
mütemadiyen ütülürdüm hep
bitişik kaşlarımla koşardım anneme
o alırdı iliklerimi
misketlerimi gerisin geri

isteksiz dönerdik ay çıkanda
bir cebimizden ilik
diğerinden misket akar
ve gözlerimizden uyku

boy attım uykularda
ceplerim cephane dolu
kimse savaşmadı benimle

saçlarıma kır düşeli
bir çocuk daha itildi oyundan.

16 Ağu 2009

Fal/ez

Bank denize nazır bir armağan
Kalkıp yürüdü iki kişi
Unutulmuş bir çiklet kabı ardında

Gülüyor dudakları iki yandan
Belli dokunulmamış henüz
Okuyorum telaşla ve sıkıyorum sımsıkı
Falezlere seğirtiyorum
Güneş saatine bakıyor çalı gölgesinde
Az, az önceydi diyor rüzgâr
Sırtında kırbaçları hissetmeyen at gibi
— Kaç kişi?
—İki
Ne mutlu!
—Hayır, biri gölgesi
Ah... ne kadar çabuk
İnsan okumaz mı?..

8 Ağu 2009

TERLİK

Ay ışığında çocuklar terlikli
Çeviriyorlar yerküreyi
Birinde ip, diğeri havada elleri
Ürpertisiz ve neşeli
Gece ki oyuna çağrı
Korkulmamalı
Balkondan bakarken babaları.

Pencerede bir çift göz
Yanına kıvrılmış ipi
Eşikte terliği…

5 Ağu 2009

Sincan İstasyonu’nda Bir Yabancı!

Üstad Arif Ay Edebiyat Ortamı’nda dergileri inceleyip paylaşıyor bizimle. (bunu değerlendirmek haddim değil lakin bu bir blog olunca pervasızlığım salına salına gezebiliyor işte.) Bir nevi bizi kurtarıyor okumayı isteyip de çoğunu es geçtiğimiz dergileri irdeleyerek. Pişirip servis yani. Öte yandan gözden kaçanlara da işaret ediyor. Bu zahmetli koşturmacanın en kıymetli ürünü bu olsa gerek. “Ayın dizeleri” ise kaymağı.
“Sincan İstasyonu” dergisinde aklıselim olan herkesin yüreğini sızlatacak bir yazı kaleme almış yazarın biri. Üstad metanetini muhafaza etmeye çalışsa da söylenenler yenilir yutulur cinsten olmayınca kendinden EMİN, kısa ama ÖZüne yakışır DEMİR gibi sağlam iki üç cümleyle karşılık veriyor. Uzatmadan sündürmeden. Belli ki seçtiği kavramlardan “söylenecek daha çok şey var ama değmez, ancak karşılıksızda bırakılamazdı” yı anlıyoruz. Son paragrafta ise kalitenin kriterini şahsın kendi yazısında adı geçen yazarın üslubundan alıntıyla koymuş. Anlayana elbette…
Teşekkür ve hürmetlerimizi sunduktan sonra ilgili kısmı alıntılayalım (Not: Derginin adı anılarak alıntıya izin verilmiş.)

Sincan İstasyonu’nun Haziran 2009 sayısında Emin Özdemir, “Ceyhun Atıf Kansu’ya Mektup” başlıklı yazısının bir yerinde şöyle diyor: “Geçen mektubumda yazmıştım, senin mutluluk düşleri gördüğün sevgili yurdun kör bir karanlığın içinde bugün. Her geçen günle, o kör karanlık daha bir yoğunlaştı, daha bir koyulaştı. Senin şiirlerinde, düz yazılarında sık sık yinelediğin “bağımsızlık gülü”ne tırtıllar “Cumhuriyet ağacına” da kemirgenler dadandı. Köşe başlarını şeriatçı sırtlanlar, bir de onursuz dönekler tuttu Ceyhun ağabey!..
Asıl neye yüreğim yanıyor biliyor musun; senin sözlüğünde önemli bir yer tutan “halk” sözcüğü şimdi aymazlığın, uyuşturulmuşluğun bir tür simgesi oldu. Akıl tutulmasına uğramış halktan büyük bir bölümü; halk avcılarının, kemirgen ve sürüngenlerin gerçek yüzünü göremiyorlar, görmüyorlar!”

Şimdiye kadar hiçbir siyasi partiye yakın olmadım. Şimdi de öyle... Güncel siyasetten ve siyasilerden uzak durdum. Güncel siyasetin, hele de günümüzde, tam bir ağız dalaşı, kör dövüşü olduğuna inananlardanım. Ülkemiz sorunlarının çözümlerinin güncel siyasetin çok çok üstünde, köklü bir kavrayışı, salim bir düşünmeyi ve irdelemeyi gerektiren oluşumlarda olduğunu düşünüyorum. Üstelik ülkemizin çözülebilir basit sorunlarının bile güncel siyasetin kör dövüşünde çözülemez sorunlar haline dönüştürüldüğünü de görüyorum.
Güncel siyasetten ve siyasilerden uzak oluşum, olup bitenleri göremediğim, onların sonuçları üzerinde düşünmediğim anlamına gelmez. Bir siyasi partinin yanlışlarından dolayı o partiye oy verenlerin inançlarına, dünya görüşlerine hakaret etmem, onları küçültücü değerlendirmeler yapmam. Emin Özdemir gibi. Oysa görülüyor ki. Ak Parti iktidara geldiği günden beri bazı çevreler, kırmızı görmüş boğa refleksiyle, milletimizin en yüce değerlerine sürekli saldırıyorlar. Ülkenin bütün kaleleri, limanları işgal edilmiş, ülke karanlığa boğulmuş, irtica, gericilik almış başını gitmiş gibi hayali bir tablo çiziyorlar sürekli. Tam bir paranoya! Cehaletin, körlüğün, saygısızlığın, yabancılaşmanın, kimliksizliğin sonucu bir durum bu.

Emin Özdemir’in bu mektubundan aldığım ifadedeki bölüm, bu düşüncelerimi açıklamama neden olurken, öte yandan beni 1977’ye, Edebiyat dergisi’ne götürdü. O dönemlerde, dergilerde incitici olmayan, okurların da yararlandığı, bir şeyler öğrendiği düzeyli tartışmalar yapılırdı. İşte o tartışmalardan biri de Nuri Pakdil ile Ceyhun Atıf Kansu arasında geçer. Nuri Pakdil, Ceyhun Atıf Kansu’nun Cumhuriyet gazetesi 4 Haziran 1977 sayısının sanat-edebiyat sayfasında yapılmış bir konuşmasına değinir. Bu değini üzerine de Ceyhun Atıf Kansu, Edebiyat dergisi’ne Nuri Pakdil’e hitaben bir mektup gönderir. Sözünü ettiğim inceliği örneklemek için Nuri Pakdil’in değinisinden ve Ceyhun Atıf Kansu’nun mektubundan küçük alıntılar alıyorum buraya. Önce Nuri Pakdil’in değinisinden bir alıntı: “Usta bir ozandır Ceyhun Atıf Kansu, yıllardır emek vermektedir şiire. Şiir üstüne, sanat üstüne söylediklerini ilgiyle okudum her zaman, okurum, düşündüm, düşünürüm söyledikleri üstünde. (...) İzni olursa Ceyhun Atıf Kansu’nun konuşmasının bir bölümündeki savlarına katılmayacağımı söyleyeceğim hemen. Yalnız katılmamakla mı kalacağım? Bir de karşı çıkacağım, büyük bir yanılma içinde olduğunu, bu savların tarihsel olguya ters düştüğünü de söyleyeceğim.” Ceyhun Atıf Kansu’nun mektubundan bir bölüm: “Bu değini üzerine hoş görülü, sıcak, dostça bir tartışma yazısı yazmak isterdim. (...) Derginizi dikkatle, diyebilirim ki sevgiyle okuyorum. Bir öğretide sağlam, çağdaş ve içtenlikli olmanız sevgi ve saygı uyandırıyor bende. Karşı çıkarken de insanca ilişkilerin özündeki saygıya bağlı kalıyorsunuz. Bu sağtöre bağlılığı gönendiriyor beni.”
Arif Ay
Edebiyat Ortamı /9
Dergiler Arasında:62

3 Ağu 2009

Çubuk-Karagöl

Kimden Çubuk Karagöl
(30 Tem. 09) Beş kafageniş (dar mıydı?) Karagöle dinlenmeye gid(tik)iyoruz. Çadırımızıda kurduk, lakin gecelemedik. Keşke geceleyecek malzeme alsaydık yanımıza, neyse. Kahvaltıdan sonra önce bir göl turu yaptık ardından ormandan ilerleyerek kayalıklara çıktık. Manzara enfes. Hele daha yukarıları bir başka. Kayaların aralarında nefis kokulu böğürtlenleri yemekte çok hoştu. Fani Bey, İskender Hoca ve Ufuk yolu kısa tutup ilk tepecikten geri döndüler böğürtlene böğürtlene. Ünal Hocada biraz daha tırmandı sonra o da ormana dalarak dinlenmeye çekildi. Bendeki zirve saplantısı burda da durmadı. İlk denediğim yamaçtan sora vaz geçmiştim ama ilerdeki sel yatağından çıkılabileceğine kani olunca duramadım tırmandım. Epey zorlandım ama deydi. Zirveden karagöl ve civarını seyretmenin tadı bir başkaymış velhasıl. İnişte ilerde daha müsait bir yer buldum. İniş çıkışa göre gayet rahat oldu. Öğle yemeğinde Ünal hoca acılı adanaları ve tavuk butlarını serdi önümüze. Yedikçe yiyesi geliyor insanın böyle ortamlarda. Çadırda kısa kestirmeler iyi geldi. Son bir orman yürüyüşü yaptık orman kesim alanları güzergahında. Kaya fırlatma oynadık. Ünal hocanın icadı bir oyun zannımca. Ama rakip olamadı yazıkki. Hava karardı. Karpuz felan derken toplandık aheste aheste dağ yollarından kıvrıla kıvrıla döndük mekanlarımıza...

30 Tem 2009

Burda ölüler yaşıyo, yaşıyo...

Dört arkadaş (işsiz güçsüz) temmuzun sıcağında "hadi gidelim" ile başlayan, bir kısa yolculuk planladık. Dahası plan varmış onu hayata geçirdik. İlk durak Nasrettin Hoca türbesi yani Akşehir. Mezarlıktaki huzur hiçbir şehrin hiçbir yerinde olacak cinsten değil. Sanırım İskender Hoca fısıldıyor "insanın burda ölesi geliyor". Mezarlık ama ağaçlar ,çiçekler, kuş sesleri ve eski mezar taşlarının mistik tılsımı ve tabi merkezde Hoca Nasrettin'in o ibretlik kabri. Valla yatası geliyor insanın burda. Ha birde Fani Bey güzel bi söz söylemişti sanırım o da alıntıydı. Böyle güzel kabristanları kastederek: "valla burda ölüler yaşıyı, yaşıyo..." demişti. İşte bu durumu özetleyen en güzel ifade olmuştu. Ardından Hıdırlık tepeye çıkıp peynir-karpuz merkezli bir atıştırma yaptık yola koyulmadan önce. Malum yol uzun...
Yalvaç...
Anadolu gerçekten gezilmeye değer. Her şeyiyle. Kuru toprağıyla bile bizim... Yalvaç'ta İskender Hocanın bir arkadaşına misafir oluyoruz. Önce Yalvaç merkezdeyiz, yani meşhur ÇINARALTI'ndayız. 800 yaşlarında olduğu söyleniyor. Etrafı tamamen çayhanelerle çevrili, serin sohbet muhabbet mekânı. Tüm ilçe burada sanki. Serinlik çok derinden geliyor burada, taa Selçuklulardan. İnsanın kalkası gelmiyor velhasıl. Meyve bahçesini geziyoruz. Elma, armut, vişne, kiraz yetiştiriyor. Evine konuk oluyoruz, köy evine. Rahmetli Kadir dedem geliyor aklıma, mahzunlaşıyorum, özlüyorum. Önce şeftali ikram ediyor (nektarın yâda) sohbet dallanıyor. Öğretmenlik okuyup henüz atanamamış oğluyla eğitim politikaları üzerine sündürüyoruz. İyi acıkmışız. Sağ olsunlar yola çıkmadan yemeklerinden epey depoluyoruz midelerimize. Fotoğraf çekip cumbalı ve asmalı evlerinin önünden (eşek arabası da var) düşüyoruz tekrar yola...
Gece oluyor. Fani Bey'in arkadaşına konuk olacağız Eğirdir'de. Gölün kenarından ilerliyoruz ancak gece olması manzaranın tadını çıkarmamıza engel. Ya da böyleside güzel, biliyorsun ki sağ tarafın uçurum ve orası göl. Değişik bir duygu. Eğirdir'i turluyoruz. Göle uzanan kolunda (eskiden adalar imiş) yürüyüş yapıyoruz, mevsimin yaz olduğunu unutarak, üşüyoruz. Kiliseli adanın çay bahçelerinin birinde (çoğunun adı çay bahçesi, işlevi!) çay yudumluyoruz büyük bardaklarla. Kulağımızda dalga sesi. Adalardan Eğirdir'e eskiden yüzerek gelenler olurmuş. Haliyle üzerlerinde sadece şortları (don mu demeliydim). Bu halleriyle çarşı pazar gezerlermiş. Bu yüzden oradan gelenlere "donsuzlar" derlermiş. Ama artık adalar arası doldurulmuş ve birleşmiş ana karaya. Yatmak için boş bir öğrenci evi ayarlamış arkadaşlar. Sabah kahvaltıyı çarşıda çorbacıda yapıyoruz. Ardından şehri gündüz gözüyle turluyoruz. Gece şehrin yaslandığı dağın üzerinde gözüken şeylerin bulut olduğunu düşünmüştük, belli belirsiz. Dağ olamayacak kadar dik ve yüksek olduğunu düşünmüştük, ancak sabah gördük ki bulut değil yüksekçe dağ silsilesiymiş. Nefis görüntü tabiki, gölle birleşmesi bir başka güzel. Kale yıkıntılarına çıkıyoruz ve bu gün ilçenin pazarı. Kaleden tüm Eğirdir’i ve civarını seyrediyoruz doya doya. Ardından merkezde olan Hızır Bey camisini ve bir zamanlar Dündar Bey Taş Medrese'si olan BAZAAR'ını geziyoruz. Cami gerçek bir sükunet ve huzur iklimi. Minare, cami ile medresenin ortasında altında kapı. İlginç bir mimari. Cami direkleri ahşap, gereksiz süslemeler yok. Güneş tavanın dikdörtgen yükseltisinin aralarından yağıyor içeriye ve Fani Bey'in omzunu nur'landırıyor, hilesiz...
Yoculuk sürüyor... Isparta'ya ulaşıyoruz. İskender Hocanın başka bir arkadaşıyla valiliğin önündeki serin havuzlu parkta çay ve kahvelerimizi içip çıkıyoruz şehrin güzelliğini yukardan görmek için dağlara. Isparta ayaklarımızın altında ve gerçekten çok güzel. Şehrin şirin müzesini de gezip ağzımızda güllü lokumlar tekrar yollanıyoruz. Yolumuz Ağlasun'a geliyor. Eğirdir de bir arkadaşın mutlaka uğrayın dediği SAGALASSOS'a çıkıyoruz döne döne tepeleri. Nerdeyse zirvedeyiz. Dağın ardı biliyoruz ki Isparta. Bu yamacı ise Antalya'ya dönmüş yüzünü. Burada antik bir şehir kurulmuş vaktinde. Eksiksiz, kusursuz. Çeşmesi bile hala akıyor ilginç... kuraklıktan terk edildiği yazıyor kaynaklarda. Şehir dağın yamacında saklı bir kent ve tek kelimeyle muhteşem. Her şey düşünülmüş ve hiçbir şey lanetlayın yapılmamış belli. Tiyatrosu, tapınağı, çeşmesi vs. vs. saymakla bitmez. Dünyanın en büyük antik şehri olduğu iddia ediliyormuş ve kazı çalışmaları bittiğinde İzmir Efes'in pabucunun dama atılacağı iddia ediliyor. Ne diyelim olur mu olur, çünkü ağzınızın açık kalmaması mümkün değil. Daha şimdiden çıkan eserler Burdur müzesini tıka basa doldurmuş ve çoğu depolarda istiflenmiş. Kazı devam ediyor gerisini siz düşünün. Epey şaşkın ve hayretler içinde turluyoruz kazı alanını ve iniyoruz Ağlasun'a. İhtiyaçlarımızı giderip, yiyip için devam diyoruz yola...
Gece çökmek üzere yollara ben yaslanmışım Mustafa'nın dizine yarı uyanık akıyoruz Antalya'ya. Epey dolanarak ta olsa ortak dostumuz İbrahim'e ulaşıyoruz. Sıcak, çok sıcak. Hoş geldiniz diyor işte ter ter... Sağ olsun yolda gelirken rica etmemize karşın ayarlamış bir otel. Sohbet muhabbet yemek derken ağırlaşan vücutlarımızı seriyoruz yatağa. Sabah kahvaltıya kalmadan istikamet Alanya diyoruz ki hava kararmadan planda olan 2-3 yeri gezip dalalım denize. Neyse yol üzerinde uygun bir plajda kucaklaşıyoruz dalgalarla. Çorba içiyoruz yol üzerinde. Ve Alaiye (Alanya) kalesi. Şehir manzarası doyumsuz. Bol bol temiz havasıyla beraber çekiyoruz resmini gözlerimizle dijital oyuncaklarımızla şehri, denizi... Dim mağarasında serinlemeden olmaz diyordu İbrahim, öyle yaptık bizde. Yolu bilmediğimizden cuma'yı da seferiliğe sevkettik. Dönüş yolunda yol kenarlarındaki çocuklardan bol bol incir ve dut'landık. Manavgat şelalesi temaşa eyleyip, Aspendos müzakerelerini yürüttük müze görevlisi kral vekillerimizle. Vakit hızla akıyor ve PERGE'nin sadece içinden turlayabiliyoruz. İçeri buyur edilmiyoruz, başka zamana bırakılarak. O kadar çok yer var ki yetişmemiz kısa günde imkânsız. Görülmesi gereken yerlerin bir çoğunu görmezlikten geliyoruz mecburen. Anladık ki bu bölge bir iki günde bitecek gibi değil. Zaman daraldı gene. İstikamet Fani Bey'in ahbabı ve İskender Bey'inde dostu Abdullah Bey'in memleketi Elmalı-Seki. Gece ulaşıyoruz. Ben gene uyuklama vaziyetlerindeyim. Abdullah Bey çok candan karşılıyor. Babası Mustafa Amca emekli bir öğretmen ve Parkinson hastası. Konuşma güçlüğü çekiyor. Bir kâğıda hoş geldiniz içerikli candan duygularını yazıp tutuşturuyor oğluna. Yazıyı Abdullah Hoca akşam okumayı unutmuş, biz yatmadan evvel hatırlayıp okuyor. Gözlerimiz doluyor. Sohbet muhabbet... yol haddinden fazla sarsıyor ve acıktırıyor insanı. Sağ olsunlar güzel bir sofra kuruyorlar sebze-meyve bahçelerinin ortasındaki 3 katlı evin son katındaki geniş balkona. Yumuluyoruz desek abartı olmaz işte. Gezi istikamet programı İskender Hoca'nın çocuğu rahatsızlandığından daraltılıyor mecburen, tadı damağımızda kalarak. Abdullah Bey Seki yaylalarından birine götürüyor kahvaltıdan sonra. Buz gibi sularından içip keyifli sohbetler ediyoruz. Fani Bey ve İskender Hoca anılarını tazeliyorlar. Mustafa ile Ben yol boyundaki didişmemize ara sıra gaz verip sürdürüyoruz. Sık sık Üstad'ı (Hüseyin Kartal) katıyoruz sohbete, daha doğrusu hep içinde. İskender Hoca'nın yeni arkadaşı olacak malum, tayini A.Andiçen İÖO'na çıktığından. Seki'de buzlu şerbet içip kavunlu özel dondurmalarından tadıyoruz. Abdullah Beyden Allah razı olsun, gönül insanı işte... Vedalaşıp ana istikamet Ankara da olsa yol üzerinde uğranacak iki yer daha var.
Çavdır'da Ünal Hoca'nın abisine selam verip SALDA gölünün serinliğini hayal ediyoruz yol boyunca. Göl ilginç. Dalgalı ince siyah kumlarım üzerine beyaz kumlar kaplamış. Bulanık gözüküyor sahil. Epey sığ alanlar var yüzmeye müsait. Uzunca bir yürüyüş yapıp sahilden pek kullanılmadığı belli olan otelin kumsalına ulaşıyoruz. Ilık ve soğuk su katmanlar dalga galga sarıyor bedenlerimizi. Güzel bir deneyim oldu gölde yüzmek. Yirmi-otuz metre kadar açılabiliyorsunuz su belinize anca geliyor. Biraz ilerisi omzunuza kadar. Daha ilerisi belliki epey derin. Acıktık gene. Abdullah Bey'in annesi ve eşi sağ olsun sabah kahvaltıda sıcak sıcak börekler gözlemeler yapmıştı. Yedikçe yemiştik. İskender Hocanın evde kalan malzemelerini almak için döndüğümüzde kalan gözlemeleri koymuşlar arabaya. Valla yemeye doyamadık gene. Bir kez daha dua ettik hepsine.
Son durak Burdur. Sadece müzesine uğrayabildik. O da kapanış oldu. Sagalassos'tan çıkarılanları görme fırsatı bulduk burada. Gezimiz bu şekilde başlangıcıyla bitişi bütünleşmiş oldu.
Yol üzerinde Afyon'dan lokum, şeker alıp Sivrihisar'a ulaşıyoruz. direksiyonu Mustafa'ya devredip devriliyorum arka koltuğa....

00:30 evdeyiz, zzz...

Gezi fotoğrafları

24 Haz 2009

MÜBAŞİR

Sahip olan bilir, kadim dostluklar hayatı yaşamaya değer kılan 3-5 temel unsurdan biridir. Özellikle çocukluk ve ilk gençlik evrelerinde paylaşılan sıkıntılar neticesinde hayatı algılama ve anlamlandırmada ki paralellik bu dostlukların sağlam temellerini atmaktadır. Hayat türlü desiselerle savursa da başka başka mekânlara ve mecbur bıraksa da giydirilmiş hayatları kuşanmaya, devam eder kadim dostluklar. İletişim kurulamasa da ömrün çoğunda.

Tarancı’nın zannı tezahürünce yolun yarısından sonra bile hayat, kaliteli dostlar bahşedebiliyor. Fırsat sunuyor. Ya da torpil geçiyor size kim bilir. Hemen hiçbir meşakkate katlanmadan “kadim dost” mertebesinde kaliteli bir arkadaş çıkartabiliyor karşınıza. Sanki yıllarca içtiğiniz su ayrı gitmemiş, ayrı zihinlerde rüyalarınızı bile bölüşerek görmüşsünüz. Velhasıl özü itibariyle kıramayacağınız kırılmayacağınız bir lütuftur size sunulan.

İnsan! Ne olmazları oldurur.

Pervasızlıklar, cüretkârlıklar hep kadim dostun hoşgörüsünün gölgesine sığınılarak ifa edilmektedir. Kadim olunsa da dostluklar zaman zaman eritilmekte ve değerinin çok altında yok pahasına elden çıkarılmaya çalışılmaktadır. Şuur kaybı birtakım içi boş kavramlarla örülmekte, elden kayıp gitmekte olanın bir başka maddi-manevi meta ile takasının mümkün olmadığının farkına varılamamaktadır.

Acı bir fren sesi aklımızı başımızdan almaya yetiyor. Kolonyalar sürünüp soğuk sular içip geliyoruz bir müddet sonra kendimize. Kadim dostlar kırılmazmış gerçekte. Ancak acıların en kavurucu olanını da gene onlar içirir insana. Susmaları, azapların en çekilmezi olur. İşte o an kamyonun freninin patlamış olduğunu anlarsınız. Dağılırsınız. Vicdansız mübaşir rolüyle kendinizi günde 40 kez duruşma salonuna sürükler, her defasında “sana müstahak” diye 40 kez kırarsınız kalemi. Ruhunuz ferahlamaz. Yetmez. Geceleri gözlerinize kezzap dökersiniz, olmayan sabaha veyl eder, inlersiniz. Kanınız bozkıra düşen damlalar gibi emilir damarlardan. Yüzünüzdeki suratsızlık, aynalardan tiksindirir sizi. Başınızı koyacak yer ruhunuzu dinlendirecek bir nota bulamazsınız. Yoktur çünkü. Olmadığını bile bile savrulur durursunuz. Yemenin içmenin eziyetini anca anlarsınız.

Binlerce kez nadim olmanıza karşın, anlatamamak, konuşamamak, paylaşamamak çeker sizi gayyaların genzine doğru. Tutunamayacağınızı düşünmek daha da bitkin kılar bedeninizi. Yazık! Ya kadim dostun hayal kırıklıkları? Aman Ya-Rabbi! Çatlatır mermeri. O bir kez “yanılmışım” derse eğer, nasıl gözün değer bir insana. Başın nasıl kalkar yerden. Nasıl aynı yoldan yürüyebilirsin. Aynı şehirde yaşanır mı? Nasıl, nasıl nefes almaktan imtina etmezsin. Hangi yüzle ölmeye cüret edebilirsin. Sus. Sus bakalım. Mübaşir az bile demiş, müstahak sana.

Yaradan, ruhundan üflemiş eşref-i mahlûk’a. (Bana da üflemiş midir?) Üstat Necip Fazıl, ruhunun darallığını yine O’ndan ümitle “Gökten bir el yaşlı gözleri siler” diyerek genişletmeye çalışmış. Nedamet buhranında yuvarlanmaya devam ederken kör kuyulara, kadim dost gösterip erdemini; “ver elini ver kahrolmayasıca” der mi?

Can kolay çıkmıyor.

23 Haz 2009

Desen

Kırk beden, midi
Halı üstünde cinayet deseni
Pörsümüş çiçek yapraklarına bandırılmış
Dudaklara dadanan pastel gülücükler
Halı üstünde desenler kırk beden
Ahtapotun kırılan kolları
Desen içinde, desen…

Desen ki, dışındayım ben bu cenderenin
Sarkıtılmış lahitler gibi krallar vadisine
Gün gelir ilmek verir halıdan bir desen
Çözülür ölümün rengi tahta kalemlerle.

18 Haz 2009

Endemi

Bugün mermer gibi ağırdın,
Üstünde yeniçeri kostümü.
Uçuruyor tahtadaki çocuk mavi kuğuyu,
Bugün, harman yeri gibiydi bakışların…

Bilsem ki ah… gönlümün dizgini b-endemi
Dünde kaldım, Ortaçağ Avrupa’sında
Bak bana gözlerim, çiçekli miyim?
Asya steplerinden indim denize,
Elimde tırpan, döndüm Böcklin’in tuvaline.

Çatı katındaydık, denizin gülüşünü seyr için
Duran zaman, kapanan kepenklerle aralandı
Kasap hassasiyeti ve cüretiyle bedenler
Sıyırıyor pasını soğuk demirlerin.

Öksürük tutuyor sonra, adı söylenmeyen illetin
Histerik gülüşü saplanıyor hançereme,
Ey dese dilim, vah kanıyor dudağımda
Şurup ne? Merhem ne? Gülmesin kâfi,
Ruhumun yangın merdiveni; Hüv’el bâki

Gülbank aşıralım surlardan,
Aşk ile diyelim, Hu…

Metalik gri

Metal ağırlıklara dair
Feshedildi tüm akitler,
Bir buket deve dikeniyle
Global ağlara takılı parmak uçlarım.
Çocukluğum şaşkın karşı kaldırımda
Elinde pembe pamuk şekeri,
Çağırsam yarıp gelemez çağları
Dursa desem yerli yerinde
Bilirim, alırlar şekerini…

Metal ağrılara dair,
Not düşüldü kâğıttan tuğlalara
Urgana nazire transparan bir şal
Cenaze mi umarsız oryantal notalara
Sahil tenakuz doğurur boylu boyunca
Ayın koynunda medd, sur dibinde cezir.

Mavi demeyeceğim

Deniz şimdi İstanbul’dadır,
İstanbul farkında mıdır?
Hep deniz tutacak değil ya adamı
Deniz kıvranırken dalgakıran sancılarla
Yedi tepesiyle İstanbul, tutmuştur denizi

Gece, tüketmeli bu yolu
Taşlar arasından sızan gençlik hayalleri
Yürüdükçe dirilen ölüm uykuları
ve değişmeyen tren sesleri,
Sincan İstasyonundan Haydarpaşa'ya.

Şafakta martı çığlıklarından almalı
Denizin biriktirdiği sanrıları.
Koltuk daracık, yol uzun bedenim ney
Kulağımda ney sesi dokuz boğum.

Tek dal mor bi çiçek, adını bilmiyorum
Anadolu kavağı, Caferbaba sokağında
Yeşil çitten uzatmış başını, şiirli vapura
Deniz diyorum adına, yeşil bakışlı deniz
Ürkerek bakıp geçeceğim, bırakma diyor...

Köpekler gölgeleniyor kulübelerde
Kime, neden telefon edesin ki
Nasılsa cennete benzeteceksin hep
Elinde adını bilmediğin mor bi çiçek
Ufacık bir sokak, ya gören olursa...

6 Nis 2009

ORHAN VELİ'ye / Sami Çelik

Heybemin dibinde birkaç mum, ezik büzük
Hoyratça harcanmış, hayata dair birkaç sözcük.

Yüreğimin dehlizlerinde kaybetmişken yön duygumu
Aldırmadım sahipsiz görünen tekmelere
Sağlam çıkarımlar üstüne yığdım ümitlerimi
Aldırmadım kaçamak kalleş küfürlere.
Nasılsa biri derdest eder sigaya çekerdi beni
Gürken ışığı, nefesim bedeninden geçti
Isıtıp büktü belini.
Kâfi gelir umuduyla sarıldım sözcüklere
Mumun şeffaf sıvısı sarıp sarmaladı

Ve soğudu...
Karanlıktı.
Aklığını görmedi gözler
Madde sardı ruh'u
Mum'a kurban gitti sözcükler.
Ve bilmezdim,
Sözcüklerin bu kadar kifayetsiz olduğunu.

271003/Ankara

ÇİNGENE / Sami Çelik

Bu gece şehri saydım, koca şehri
Bu gece bir kişi eksik...
Karton alevinde kar üstünde,
Çingene karıları mağrur ve sessiz.

Duyardık ki yalanmış meğer
Her şeyi örtmez, gizlemezmiş gece,
Çingenelerin yüreğini,
o sokakta
alevlere karışırken görmeseydim eğer.